EDEBİYAT DERSİMİZ

Öğrencilerin edebiyat dersiyle ilgili kaynak ve sorulara ulaşabilmesini amaç edindik. Katkılarınızla zaman içinde zengin içerikli bir blog halini alacağımızı umuyorum.

11.12.2007

SERVET-İ FÛNUN DÖNEMİ ROMAN-HİKAYE

SERVET-İ FÜNÛN DÖNEMİ ROMAN VE HİKÂYECİLİĞİ
Türk edebiyatında roman ve kısa roman olarak adlandırılacak tür olan hikâye, teknik açıdan Batılı anlayışa uygun biçimde ancak Tanzimat sonrası -önceleri çeviri, daha sonra da yerli ürünler olarak- görülmüştür. Geleneksel edebiyatımızda bu türleri karşılayacak eserler; destan, mesnevi, halk hikâyeciliğidir.
Tanzimat döneminde Fransız hayranlığı Fransız yazarların romanlarını çeviri yoluyla Türk halkına ve okuyucusuna ulaştırdı. Çeviriler rağbet görünce de adapte metoduyla yerli roman denemeleri yapıldı. Bu yerlileşme döneminde Türk romancılığı önünde kaynak olabilecek bir birikim olmadığı için geleneksel halk hikâyeciğinden pek de ayrılmış izlenimi veremedi. Tasvir (betimleme) yerine tanım, tahlil (çözümleme) yerine yorum yapılması sonucu ayakları yere basmayan, kusurlu ürünleri doğurdu.
Taaşşuk u Talat ve Fitnat’la başlayan yerli roman yazma macerası Araba Sevdası, Sergüzeşt gibi daha teknik ürünler vererek yoluna devam etti. Recai zade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası ile yerli romancılığımız bir nebze de olsa Batılı türdeşlerine benzemeye başladı. Kusurlar hem yerli yazarlardan hem de yabancı yazarlardan alınan örneklerle giderilmeye çalışılarak azaltıldı.
Hikâye serüveni de aynı yolu izledi. Ahmet Mithat Efendi’nin Letafet-i Rivayet adlı eseri gelenekten beslenmesine rağmen Batılı türdeşleriyle de ortak özellikler gösterdi.
Tanzimat döneminde ilk yerli örnekleri ortaya konulan roman ve öykü kültürü Tanzimat sonrası, tarihsel gelişimi şaşırtacak bir hızla ilerledi. Se4rvet-i Fünûn Dergisi’nin başına Tevfik Fikret’in getirilmesiyle içine kapanık, seçkinci bir sanat anlayışına sahip bir sanat çevresi oluşsa da edebiyat maceramız koşar adımlarla Batılı türdeşlerine yetişti ve kimi zaman onlardan bile başarılı ürünler ortaya koydu.
Fransız edebiyatını yerlileştirme çabası diye küçümsenen bu dönemde romancılığımız çok başarılı yapıtlarla taçlanmaya başladı. Bu taçlanma hem roman hem şiir hem de öyküde içe dönük, veremli, sanatı sanat için gören; ama teknik ve kurgusallık açısından çok yetkin ürünler ile olgunlaştı. Bu olgunluk daha sonraki dönem roman ve öykümüzü de derinden etkiledi.
Servet-i Fünûn romanı teknik açıdan kusursuzdu. Fransız, Rus yazarların dünya klasikleri kabul edilen eserleriyle boy ölçüşecek başarıya ulaştı. Yerli yaşam içinde var olan Doğu-Batı çatışması, kadın-erkek ilişkileri, aile içi değişimler, kültürel yozlaşma, kişisel buhranlar realist (gerçekçi) gözlemler ile anlatılırken Akdeniz insanı kimliğini bırakamayan Servet-i Fünûncular romantizmden de yeterince yararlandı. Romanı teknik açıdan realizm üzerine inşa ederken üslup açısından romantizme kapıldılar. Divan kültüründen beslenen dil anlayışları ince tasvirler doğurdu; ama bu tasvirleri anlamak için Arapça, Farsça terkipleri bilmek gerekti. Mehtaplı gökyüzü onların yarattığı yeni dille yıldız yağmuruna dönüştü. Roman kahramanları kimi zaman gerçek yaşamdan biri gibi ete kemiğe bürünürken kimi zaman bir tip olarak hayale asılı olarak kaldı.
Fransızlaşma dense de Halit Ziya roman ve öykülerinde yerliliğini hep korudu. Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Mai ve Siyah hiçbir zaman Fransız romancılığı kadar realist ya da romantik olmadı. Belki her ikisi birden oldu ama yerliliğini hep korudu.
Mai ve Siyah romanı Tepebaşı’nda bir sofranın betimlemesiyle başlar. Bu özellikle dikkat çekicidir. Çünkü bu betimleme Fransız romanları kadar başarılı gözleme dayanırken devrin sosyal yaşamına da bir ayna tutar. Sofradaki yiyecekler ve artıkları o denemi en iyi anlatan tarih kitaplarından bile başarılıdır. Sanatsal kaygılar bu romanı ağır bir dile yönelterek yerli yaşama taşımıştır.
Kırık Hayatlar romanında iyi para kazanarak yaşam değiştiren Ömer Behiç eski yaşamını sürdürse ailesi dağılmayacak, eski mutlu günlerini devam ettirecekti. Bu o dönem toplumundaki Batılı yaşamdan kaynaklı yozlaşmayı ince ince tahlil ederek veren başarılı bir gözlemdir ve teknik yönden kusursuzdur.
Belki şunu söylemek çok iddialı bir söz olmasa gerek: Türk Romacılığı Halit Ziya ile tam Batılılaşmıştır.
Bu yönde Mehmet Rauf’unda katkılarını unutmak haksızlık olacaktır. Romanı sadece gözlem olarak değerlendirmeyen Mehmet Rauf psikolojik derinliği romanla buluşturmuş; Freud sonrası başlayan ruh incelemelerini çok başarılı olmasa da romana sıkıştırmıştır. Bu denemeler Peyami Safa’yı yaratmıştır.
Servet-i Fünûn romanda Mehmet Rauf’ta yetkinlik aramak, romanlarında edebi bir soluk görmeye çalışmak pek olanaklı olmasa da Eylül roman denemesi bir başlangıç olarak yazı tarihimizde saygın yerini almıştır. Servet-i Fünûn sonrası açık seçik roman ve hikâyeler yazmak zorunda kalan Rauf Halit Ziya kadar şanslı olamamıştır. Halit Ziya ve Diğer Servet-i Fünûncular varlıklı bir yaşam sürerken Mehmet Rauf yaşamak için yazmak, yazdıklarını da satmak zorundadır. Sanat için sanat diye yala çıkmış bile olsa Rauf doymak için sanat gibi içinde yer aldığı topluluğun hiç de anlamayacağı bir yola yönelmiştir ki bu durum onun edebi yanını zayıflatmıştır.
Hikâye yazıcılığı roman yazıcılığı kadar başarılı olmakla beraber bu dönemde hep romanın gölgesinde kalır. Dönemin romanlarını hal-i hazırda pek çok edebiyatsever zevkle okurken öykülerinin farkında bile değildir. Bunun nedeni hikâyenin Servet-i Fünûn’ da mensur bir üslupla kaleme alınmış olmasında yatıyor olabilir. Her şeye rağmen dönemin öykücülüğü oldukça başarılıdır.
Nakil, Heyhat, Bir Ölünün defteri okunmaya değer oldukça sanatsal ve başarılı öykülerdir.
Şunu son söz olarak eklemek de yara var: Türk romanı eğer bugün çok başarılı yazarlar yetiştirdiyse –Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Peyami Safa, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Ahmet Ümit- bunda Servet-i Fünûncuların büyük katkısı oldu. Her ne kadar dilleri yaşayan dilden uzak kalsa da, tercümeye muhtaç olunsa da –ki Halit Ziya yaşarken kendi romanlarını olabildiğince sadeleştirmiştir- modern romanımızın yolunu bu büyük ve hastalıklı dönem açmıştır.

Hiç yorum yok:

Blog Arşivi